NAMAZ KARŞILIĞINDA CENNET

         İnsan hayatı boyunca maddi ihtiyaçlarını karşılayabilmek için daima didinip durmaktadır. Daha çok çalışıp daha iyi bir geçim standardına ulaşayım, geleceğimi garanti altına alayım deyip evler, arabalar vs. alır.

         Bu dünya hayatımızın ne zaman sona ereceğini dahi bilemiyoruz. Hayatın bittiğini ifade eden ölüm zili her an çalıp Azrail (as) tepemize dikilebilir.

         Gelip geçici, kısacık dünya hayatını garanti altına almak isteyen bir insan, ebedi hayatı için de hiç olmazsa günün yirmi dört saatinden bir saatini ebedi mutluluğumuz olacak bir CENNET hayatını kazanmak için çalışması veya birazcık olsun gayret göstermesi gerekmez mi?

        Acaba ömrümüz ebedi midir? Hiç kat’i senedimiz var mı ki gelecek seneye belki yarına kadar kalacağız? Eğer anlasaydık ki ömrümüz azdır, hem faidesiz gidiyor; elbette onun yirmi dörtten birisini hakiki bir ebedi hayatımızın mutluluğuna sebep olacak namaz ibadeti için harcamak, usanmak şöyle dursun, ebedi hayatımızı kazanmamız için bizi gerçekten harekete geçirir.

         Her gün her gün ekmek yemek, su içmek, havayı teneffüs etmek nasıl ki vücudumuz için gerekli birer ihtiyaç olup tekrarından lezzet alıyor isek kalbimizin gıdası, ruhumuzun hayat kaynağı olan bir namazın da bizi usandırmaması gerekir.

         Yaratılışı gereği ebedi olmayı arzulayan insan, dünyanın şu ezici, sıkıcı, gelip geçici ve boğucu olan hallerinden kurtulup bir mola, teneffüs vermeye pek çok muhtaçtır ve ancak namaz kılarak rahat bir nefes alabilir.         

         Acaba gelecek günlerdeki ibadet külfetini şimdi düşünüp ondan ızdırap duymak hiç akıl karı mıdır? Geçmiş günlerde yaptığımız ibadetler artık geçti, sevaplarını bize bırakıp gitti. Gelecek günler ise henüz daha gelmemiş, gelecek günlerdeki ibadet zahmetini bugün düşünüp ızdırap duymak, gelecek günler henüz gelmeden, açlığı ve susuzluğu düşünüp şimdiden bağırıp çağırmak gibi bir deliliktir.

         Eğer akıllı isek, ibadet cihetinde yalnız bugünü düşünmeliyiz. Allah’ın bize ihsan ettiği bir günün yirmi dört saatinden bir saatini külfeti pek az, hoş, güzel ve ulvi bir hizmete sarfetmeliyiz.

         Hem şu kulluk vazifesi neticesiz midir? Yoksa ücretini çok mu az buluyoruz ki bize namaz kılmak usanç veriyor?

         Bir adam gelip bize bir miktar  para verse veya bizi korkutsa, akşama kadar bizi zorla çalıştırır. Hiç ara vermeden de çalışırız, değil mi? Halbuki o adam bize vermeyi düşündüğü parayı vermeyip kararından vazgeçebilir. Buna rağmen o adama güveniriz.

        Peki, sözünden dönmesi mümkün olmayan bir zat, cennet gibi bir ücreti ve edebi saadet gibi bir hediyeyi bize vaad etse -ki Kur’an’da vaad etmiştir- buna karşılık da günün yirmi dört saatinden bir saatini onun istediği namaz ibadeti için harcamamızı istese, biz de isteksiz olarak veya usançla yarım yamalak bu vazifeyi yerine getirmekle -haşa- Allah’ı vaadinden dönmekle suçlamış oluruz. Böyle davranmakla şiddetli bir cezaya ve azaba kendimizi müstehak ederiz.

         Dünyada, hapsin korkusundan, en ağır işlerde aralıksız çalıştığımız halde, cehennem gibi bir ebedi hapsin korkusu, çok hafif ve latif bir hizmet  olan namaz için bize bir gayret vermesi gerekmez mi?

         Sonuç olarak diyebiliriz ki: Dünkü gün elimizden çıkıp gitti, yarın ise henüz daha gelmemiş, öyle ise hakiki ömrümüzü bulunduğumuz gün bilmeliyiz. Bugünün yirmi dört saatinden bir saatini ihtiyat akçesi gibi, hakiki istikbalimizi (geleceğimizi) kurtarmak için kendimizi bir mescide veya seccadeye atmak mecburiyetindeyiz.

Ahmet BOZKURT