İNSANIN YARATILIŞ SEBEBİ

        Bilindiği üzere ilk insan ve ilk Peygamber Hz. Adem (as)‘ den beri insanoğlunun, bu müzeyyen kâinat sarayının kalbi hükmünde olan biricik, harika mı harika bir meskeni olan dünyadaki  hayat serüveni günümüze kadar devam edegelmiştir. Yine aynı şekilde de kıyamete dek devam edeceği muhakkaktır.

        İnsan hayretengiz merhaleler kat ederek, anne rahminden dünya hanına bir bebek olarak geldiğinde, gözlerini açar, bakar görür ki herbir şey kendisinin hizmetine koşmaktadır. Fakat, olup biten bütün bu şeylere o an için bir türlü akıl erdiremez. Zamanla büyüyüp olgunlaşırken, etrafındaki varlıklar hakkında bilgiler edinmeye başlar. Bitmek tükenmek bilmeyen sorularla bir araştırmaya koyulur. Bu varlıklar nereden gelip nereye gidiyorlar? Daha da önemlisi, ben kimim? Nereden gelip nereye gidiyorum? Bu dünyadaki vazifem nedir? Beni var edip buraya gönderen kim? Bütün bu ve benzeri sorular muvacehesinde araştırma yapan insan, aklıyla bütün bunların kendi kendine olamayacağı fikrine ulaşır. Madem ki der, hiçbir şey kendi kendine var olamaz, o halde bunları var eden mutlak kudret sahibi biri olmalı, diye düşünmeye başlar. Acaba der, bu yüce yaratıcı benden ne yapmamı istiyor? İstekleri nelerdir? şeklindeki soruları kendisine yöneltmeye başlar.

          İnsanın fıtratındaki bu tabii hali bilen Cenâb-ı Hakk (cc) bizlere yol gösterici olarak Peygamberler ve kitaplar göndermiştir. Yapmamız gereken şeyleri de bunlar vasıtasıyla bizlere ulaştırmıştır.

Kâinatta gayesiz ve başıboş hiçbir şey bulunmamaktadır. Nasıl insan başıboş ve gayesiz olabilir? Mutlak surette insanın da bir gayesi olmalı. Yani bir yaratılış sebebi bulunmalıdır, değil mi?

        Sonsuz ikram sahibi olan Cenâb-ı Hakk (cc) biz insanları, bu mükemmel saraya bir görevle göndermiştir. O görev ise, Cenâb-ı Hakk’ı (cc) tanıyıp O’na itaat ederek, huzurunda beş vakit kemerbeste-i ubûdiyet edip (el bağlayarak), hayret ve muhabbetle serfuru’ ederek (eğilerek) secdeye varmaktır.

          Elimdeki bir kalemin bile bir görevi bulunmakta iken nasıl olur da mükemmel bir şekilde yaratılan biz insanoğlunun bir görevi bulunmasın? Bu durum müthiş bir çelişkidir. Kalemin görevi yazı yazmayı sağlamak; peki ya biz insanın …..? Kendimize şöyle bir bakacak olursak her biri dünyalardan değerli olan pek kıymetli organlarımızı görürüz. Bütün bunlar bize bedavadan daha biz dünyaya gelmeden anne karnında iken vücudumuza takılarak emanet edilmiştir. Bu emanetleri bizler istediğimiz gibi kullanma yetkisine sahip değiliz. Emanet edilen bir şeyi ancak sahibi nasıl kullanmamızı istiyorsa o şekilde kullanabiliriz. Aksi takdirde emanete hıyanet etmiş sayılırız. Bu kadar kıymetli emanetleri doğru şekilde kullanmamamız sebebiyle emanet sahibinden bir azarlanmak veya ceza görmek elbette ki haktır.

        Cenab-ı Hakk Bakara Suresi’nde de belirttiği üzere, yeryüzünde yarattığı ilk insan ve ilk Peygamber Hz.Adem’e (as) isimleri öğretmiştir. Yani, ilk insan olan Hz. Adem’in (as) yapmış olduğu ilk şey varlıkların bizâtihi isimlerini öğrenmekle beraber Esma-i İlahiye’yi de talim etmek olmuştur. Bu da bize göstermektedir ki ilk yapmamız gereken görevlerden bir tanesi, yüce yaratıcımız olan Allah-u Teâlâ’nın isimlerini öğrenerek O’nun hakkında bilgi sahibi olmaktır. Yani, O’nu tanıyıp marifetullah bilgisini elde etmektir. Zaten kâinattaki her şey zerreden şemse kadar ne varsa Esma-i İlahiye’nin madde diliyle yazılmış olan birer görüntüsü değil midir? Madem ki Esma-i Hüsna sahibi olan yüce yaratıcı, kâinatı isimlerinin nakışlarıyla süslendirerek, müzeyyen kâinat sarayı haline getirmiştir. Bu sarayı elbette ki mütâlâcısız bırakmayacaktır. Bunun için de başta biz insanoğlunu, cinleri, melekleri ve ruhâni varlıkları yaratarak, bu eşsiz sanat eserlerini seyretmelerini ve kendi zatını yüceltmelerini istemiştir.

            İnsan öyle acîbe-i hilkat bir mahlûktur ki, âdeta kendisinde bir kâinat gizlenmiştir. Hz.Ali (ra) bir sözlerinde insanoğlu hakkında şöyle der :

            “Sen kendini küçük bir âlem sanırsın, oysaki sende büyük bir âlem gizlidir.”

            İşte, insan böyle muamma bir varlık… Cenab-ı Hakk, insanı, âlemin bir özeti, bir fihristesi  olarak yarattığı gibi Esmâ-i Hüsnâ’sına da bir fihriste-i câmia kılmıştır.

            Şimdi, kendimizi bu uçsuz bucaksız evren içerisinde ne kadarlık bir yer kapladığımızı düşünelim. Acaba kainatın kalbi hükmünde olan dünyamız, kainat sarayının kaçta kaçını doldurmaktadır? Ya biz insanlar?... Biz insanoğlu, kâinat içerisinde bir nokta kadar bile yer kaplamaz iken, kainatın kalbi hükmünde olan dünyaya halife olarak gönderilmişiz. Öyle latîfelerle de donatılmışız ki onlar sayesinde imtihana tabi tutularak, neticede cennet ve cehennem gibi ahiret âlemlerinden hangisine gideceğimiz, o latifelerin gayesine uygun olarak kullanıp kullanmadığımıza bakılarak değerlendirilecektir.

            Bu uygunluk derecesini şu şekilde ölçmemizde bir sakınca olmasa gerek: Mesela, ele aldığımız şey gözlerimiz olsun. Gözlerimizde en bâriz bir şekilde Cenâb-ı Hakk’ın (cc) “Basîr“ ismi ortaya çıkmaktadır. Bu “Basîr” isminin kapsamında olarak yine birçok isim orada faliyet göstermektedir. Bütün bu isimleri göz önünde bulundurarak gözümüzün nasıl ve ne şekilde kullanılacağını tesbit edebilmemiz mümkündür. Şayet biz o “Basîr” ism-i celîlinin varlık dilindeki tecellisi olan gözümüzü yüce Allah’ın (cc) “Basîr” isminin gereğine uygun olarak çalıştırmazsak o zaman gayesinin dışında kullanmışız demektir. Cenâb-ı Hakk’ın “Basîr” ismi hiçbir zaman harama bakılmasına razı olmaz. Onun görevi Sâni-i Zü’l-Celâl’in sanatındaki güzellikleri yine O’nun namına seyretmektir. Diğer azalarımızı duygularımızı ve özelliklerimizi bu şekilde bir kıyaslamaya tabi tutmamız mümkündür.

          Yukarıdaki ifadelerimizde insanın, Cenab-ı Hakk’ın (cc) Esmâ-i İlâhiye’sine bir fihriste konumunda olduğundan bahsetmiştik. Buradan hareketle şunu diyebilmemiz mümkündür:

         Kişi kendisini bilirse, yani vücudunda, Cenâb-ı Hakk’ın isimleri nasıl tecelli etmişse onun safiyetini hiç değiştirmeden o isimlerin gayesine uygun olarak hareket ederse Rabb’ini bilmiş olur. Zaten bir Hadis-i Şerif de bu hususu te’yid etmektedir :

            ” Nefsini bilen Rabb’ini bilir.

            Bu Hadîs-i Şerifte Hz. Peygamber Efendimizin (asm) bu manayı da kasdetmiş olabileceği gözden ırak tutulmamalıdır.

         İnsan, madde ve ruhtan oluşan bir varlıktır. İnsanı maddesel itibariyle ele alacak olursak beş paraya bile değmediğini göreceğiz. Zira, vücudumuzdaki altını, gümüşü, demiri, bakırı, suyu vs. ayrıştırmamız mümkün olsaydı, acaba hepsinin parasal değeri ne kadar yapacaktı? Belki iki kilo et parası dahi etmeyecekti. İşte, böyle maddesel bakımdan hiçbir değer taşımayan insanı değerli kılan şey, Cenâb-ı Hakk’ın (cc) isimlerine âyine olması nedeniyledir. Bu âyinedeki isimlerin okunması da o kimsenin iman nuruyla nurlanıp nurlanmadığına bağlıdır.

         Kainatın en şereflisi olarak yaratılan biz insanlar, İmam-ı Gazali’nin de belirttiği üzere “İmkan dairesi içerisinde bundan daha mükemmel varlık olamaz ve mümkün değildir.” Yani, insanoğlu “Ahsen-i Takvîm” bir şekilde yaratılmıştır. Keşke şurası da şöyle olsaydı diyebileceğimiz hiçbir kusura rastlayabilmemize imkan yoktur. Bizi en mükemmel bir şekilde yaratan ve hadsiz duygularla donatan Allah (cc), bizden kendisini tanımamızı, O’na kullukta bulunmamızı istiyor. Diyor ki :

            ” Ben insanları ve cinleri ancak bana kullukta bulunsunlar diye yarattım.

            Öyleyse, bizim yapmamız gereken şey isyan etmek değil; neyi emrediyorsa elimizden geldiğince yerine getirmeye çalışmak olmalıdır. Bizi yokluk aleminden varlık sahasına çıkaran Allah’a karşı hiç isyankar bir tavır içerisine girilir mi?

 

Ahmet BOZKURT